Beslenme; günümüz modern toplumunda, atalarımızın beslenme koşulları ile kıyaslanamayacak kadar kompleks bir yapıya dönüştü. Dünya tarihi için hayli kısa sayılabilecek bir süre olan göçebe avcı-toplayıcı karakterden, yerleşik düzene geçilen tarım toplumunda insanın genetik şifrelerinin yeniden oluşması için henüz çok erken olduğundan metabolizmamız pek çok geçiş süreci problemiyle karşılaşır oldu.
Şöyle ki; et ağırlıklı beslenen ve bunu bulabildiği otlarla zenginleştiren atalarımızdan, tahıl ürünleriyle karbonhidrattan zengin beslenen ve buna son 150 yılda artan oranlarda rafine şekeri ilave eden insan bu gıdaları metabolize etmekte zorlandı ve çözümü yağa dönüştürerek depolamakta buldu. Beslenme yelpazesine yeni eklenen gıdaların çoğuna yabancı olduğundan allerji benzeri tepkiler vermeye başladı. Bir süre sonra aşırı yüklenen yağ dokusu hücreleri isyan ederek yaygın bir inflamatuar tepki verdiler ve vücutta tıpkı bir enfeksyon varmışçasına davranmaya başladılar. Günümüzde insülin direnci veya metabolik sendrom diye adlandırılan mekanizmanın çıkış noktası budur.
O halde neler yapılmalıdır ki vücudumuz isyan etmesin, tüm sistemler sağlıklı bir şekilde işlevlerini sürdürebilsinler? Pek çok araştırmacı ve bilim insanının ortak görüşü bugün tüm dünyayı tehdit etmekte olan obezitenin baş düşmanı rafine şekerli gıdalardır. Dikkat edilirse miktardan bahsedilmemektedir, çünkü çok az tüketilmesi bile zararlıdır. Sofra veya çay şekeri tabir edilen toz veya kesme kristal şeker içeren her türlü gıda baş düşmanımızdır.
İyi anlaşılmasını istediğim için ısrarla tekrarlıyorum; sofra şekeri içeren her türlü sıvı, yarı-sıvı veya katı gıdaların hiçbiri tüketilmemelidir, dahası bebeklikten itibaren insan bu lezzetle tanıştırılmamalıdır, tüketim toplumunun en önemli silahı reklamlara kanılmamalıdır.
Hatta şeker yerine yapay tatlandırıcılar kullanılarak imal edilenlerden de uzak durulmalıdır, çünkü bunlar da şekersiz oldukları için alındıklarında kan şekerimizi yükseltmeseler de metabolize edilirken dolaylı olarak insülin salgısını provoke etmekte ve sonuçta insülin direnci denilen çağın vebasına yol açmaktadırlar. Hele herşeyin parayla ölçüldüğü, yeryüzündeki tek geçerli değerin para olduğu günümüzde ucuz olduğu için ülkemizde ithalatı neredeyse sınırsız olan mısır şurubu ile imal edilmiş hertürlü şekerleme, tatlı ve çikolatalı yiyecekten uzak durmalı ve çocuklarımızın tüketmesine asla izin vermemeliyiz.
Hiç ayrıntıya boğmadan tane tane net bir şekilde özetliyorum.
Günlük ortalama bir insanın kalori ihtiyacı kadınlar için 1800+/-150,erkekler için 2250+/-200’dür.Bu limitlerde beslenen hiç kimse kilo alamaz,nokta.
Günde 5-10 porsyon sebze meyva yiyin diyenlere bakmayın. Bir kere sebze meyva aynı cümlede birlikte kullanılmamalıdır çünkü farklı besin gruplarını ifade eder. Taze sebzeyi günde 5 hatta fazla porsyon tüketmenize hiçbir itirazım yok, benim itirazım artık herkesin de hemfikir olduğunu tahmin ettiğim meyvaya, daha doğrusu meyva şekeri früktoza,çünkü früktozu doğal kaynağı meyvadan alırken dahi kontrollü,az miktarda tüketmezsek er ya da geç glükoz metabolizmamız bundan olumsuz etkilenecektir. Efendim meyva doğal olduğu için çok yararlı diyerek günde bir karpuz yiyenler veya bu yaz meyvalarına hayranım bir oturuşta 1 kilo kiraz yiyorum diyenlere özellikle duyurulur. Hele o karpuz-peynir diyeti önerenler yok mu?
Daha fazla bitkisel protein önererek eti azaltmamız gerektiğini söyleyenlere de kulak asmayın. Vücudumuz proteini özellikle yapıtaşı olarak kullanır ve proteini oluşturan esansyel (vücutta üretilmeyen) aminoasitleri dışarıdan gıdalarla almak zorundadır. İçerik olarak en komple protein kaynağı yumurtadır, bunu çok yakından süt izler, üçüncü sırada etler gelmektedir. Bitkisel proteinden zenginliği etlerle kıyaslanabilir olan gıdaların emilimi sırasında bu proteinlerin büyük kısmı emilemez ve 100 aldım sandığınız proteinin ancak 60-65’ini alabilirsiniz. Etlerin zararlı doymuş yağlardan zengin olduğu gerçeğini inkar etmiyorum ve özellikle ortodoks vejetaryen hastalarıma bitkisel proteinleri şiddetle tavsiye ediyorum,ancak protein kalitesi olarak etin yerini hiçbir bitki tutamaz.
Yağ tüketimi ile ilgili olarak verilen tavsiyelere genel olarak katılıyorum ve margarini kesinlikle ama kesinlikle yasaklıyorum. Buna kolza yağından elde edilerek zeytinyağına alternatif olarak üretilen kanola da dahildir. Mısırözü ve ayçiçeği yağlarına da hiç sıcak bakmıyorum. Benim önerim açık ve net; soğuk yenilen sebze yemekleri ve salatalarda sızma zeytinyağı,sıcak yenilen sebze ve et yemeklerinde tereyağ, zeytinyağı (riviera olabilir) karışımı kullanmanız.
Tam tahıl ürünleri özellikle buğday için söyleyecek olursak endosperm, rüşeym ve kepeği birlikte öğütülmüş unla üretilmiş (tam buğdaydan mamul) gıdalar kan şekeri düzeylerimizi en yavaş yükseltenlerdir. Mümkün olduğunca sadece ekmeği değil, makarna ve pirinci de esmer olanlarından seçmek gereğini ısrarla vurguluyorum. Çünkü tam tahıl bir vitamin deposu iken rafine unda ne yazık ki vitaminlerin çoğu kaybedilmektedir. Son 10 yılda botoks’tan sonra başımıza bir de detoks belası çıktı. Detoks ilgili size sunulan herşey safsatadır, palavradır, bilimsellikle uzak yakın ilgisi yoktur ve olamaz da, taze sebze-meyva kürleri, özel hazırlanmış çorbalar, her türlü detoks adı eklenmiş yiyecek ve içecek sizi toksinlerinizden değil ancak paranızdan arındırabilir, kanmayınız. Vücudumuz dünyanın en gelişmiş kimya fabrikasıdır, her türlü kimyasal bileşiği üretme kabiliyetindedir ve doğal atıklar nedeniyle organizmada birikme tehlikesi olan her türlü toksine karşı da çok güçlü %100 verimli bir ve tek detoks ürünü suyu kullanır.
İnsan vücudu için yegane, tek, biricik detoks ürünü su’dur. Gerisi laf-ı güzaftır. Bu da böyle biline..
Egzersiz konusuna gelince, buna isterseniz hiç girmeyelim, 75 milyon nüfuslu bir ülkede sporcu sayısına baktığınızda bu konuya neden girmek istemediğim daha iyi anlaşılır. Türk toplumu ne yazık ki tembeldir, yaşamının tamamını en az hareketle idame etmeye alışmıştır. Bu nedenle haftanın 3 günü 45 dakikalık aerobik bir egzersizi (tercihen tempolu bir yürüyüş) önermek dışında egzersiz fayda ve gereklerine girmiyorum.
Ben her ne kadar ülkemiz taze sebze ve meyva konusunda bir cennet sayılsa da 40’lı yaşlardan itibaren vitamin ve mineral takviyesi gerektiğine inanıyorum ve kendim de uyguluyorum. Nedeni bence çok basit, 40 yaşımıza kadar (yaşla ilgili bir kesinlik olmadığını belirtmem gerek) yediklerimizi kolayca sindirir, genç bağırsak hücrelerimiz kolayca emilim faaliyetini gerçekleştirirken, 40 yaşından itibaren bu emilim oranı giderek azalmaya başlamaktadır. Aynı sofrada oturan 3 nesil (dede, baba, torun) aynı gıdalardan eşit miktarda vitamin ve minerali alamamaktadır. Biz yaşlanmamızla paralel olarak daha fazla tüketip daha az alma eğiliminde olduğumuz vitaminleri dışarıdan ihtiyacımız ölçüsünde almalıyız diye düşünüyorum ve hastalarıma yaş, cinsiyet ve aktivitelerine uygun kişisel vitamin reçetelerini hazırlıyorum. Asla multi-vitamin, one-a-day gibi içlerinde 28-30 madde olduğu iddia edilen ancak hiçbiri miktar olarak ihtiyacımızı karşılamayan vitaminleri önermiyorum.